HANDMAİD’S TALE DİZİ ELEŞTİRİSİ; İLK SEZONUN ARDINDAN

yönetmenlik - 8.5
senaryo - 8
görsellik - 9
kurgu - 8
Oyunculuk - 9
müzik kullanımı - 9

8.6

User Rating: 3.7 ( 1 votes)

Margaret Atwood’un aynı isimli romanından uyarlanan Handmaid’s Tale 1990 tarihli, pek te ses getirmeyen sinema uyarlamasının aksine tadı damağımızda kalan on bölümlük birinci sezonunun ardından hem ikinci sezon onayını aldı hem de tam on bir dalda Emmy adaylığı kazandı.

Dizi dünyada doğal yollardan hamile kalan kadın sayısının azalmasını bahane ederek toplumu baskı altına alan totaliter bir rejim dayatılan Gilead’da(eski Boston) az sayıdaki doğurgan kadının yaşadığı esir hayatına odaklanıyor. Dini duyguları sömürerek oluşturulan bu baskıcı düzende hayatlarından, ailelerinden koparılan damızlık kadınlardan biri olan ve kendi ismini bile kullanmasına izin verilmeyen Offred/June, parti yöneticilerinden birinin evine yerleştiriliyor ve ona çocuk doğurmaya zorlanıyor. Offred içinde bulunduğu kabusa rağmen kızı için hayatta kalmaya çalışıyor.

Handmaid’s Tale özellikle ilk bölümlerde öyküsünü tamamen Mad Men’den hatırlayacağınız Elisabeth Moss’un inanılmaz bir başarıyla hayat verdiği Offred üzerinden anlatıyor. Sıradan normal bir hayat sürerken yavaş yavaş işi, banka hesabı ve en sonunda ailesi elinden alınan June (Offred)çok yalnız, başına gelenler yüzünden şokta ve çok korkuyor. Ama kendisine dayatılan hayatı yaşadıkça yavaş yavaş kendisine geliyor, gitgide güçlenip cesaretini topluyor ve küçük adımlarla sınırlarını belirleyerek direnmeye çalışıyor. Dizinin en büyük başarısı, bazen duru yüz hatlarına odaklanan yakın çekimlerle bazen de iç sesini duymamıza izin vererek bizi Offred’in korkusuna, isyanına, umutsuzluğuna, küçük zaferlerine, araya giren flashbacklerle ise eski mutlu hayatına ve kayıplarına ortak etmesi.

Handmaid’s Tale Offred’in şu an yaşadıklarını, içsel yolculuğunu, ailesinden koparıldıktan sonra yaşadıklarını ve geçmiş hayatının dağılmış parçalarını anlatırken karakter ile aramızda daha ilk sahneden itibaren kurmayı başardığı empati sayesinde odağını hiç kaybetmiyor. Bu ayrı ayrı akan bölümleri kurgusal olarak ta çok iyi dengeliyor. Bir an olsun temposunu düşürmediği gibi gerilimin dozunu da çok iyi ayarlıyor. Offred’in katlanılması güç ama aslında tekdüze olan hayatının her anını bu sayede hep yüreğimiz ağzımızda, bizzat yaşıyormuşçasına izliyoruz.

Handmaid’s Tale bölümler ilerledikçe Offred’i ihmal etmeden, onunla olan bağımızı koparmadan geride bıraktığı hayatından arta kalanları yavaş yavaş su yüzüne çıkarıyor. Evdeki diğer karakterlerle ilişkisi derinleştikçe onların da önceki hayatlarını, bulundukları noktaya nasıl geldiklerini anlatmaya başlıyor. Offred’in gelişi aslında evin içindeki tüm dengeleri değiştiriyor, aynı tarafta görünenleri farklı şekillerde etkiliyor, iç hesaplaşmalarını tetikleyerek onları ayrıştırıyor.


Handmaid’s Tale kurbanı üzerinden toplumun bu tüyler ürpertici distopyaya sürüklenişini, öncelikle kadınlara yönelik kısıtlamaları, boyun eğmeyenlerin başına gelenleri anlatırken o muhafazakar bakış açısını kendi işine geldiği gibi kullanan erk sahibi azınlığın ipliğini pazara çıkarıyor. Topluma silah zoruyla kabul ettirilen saçma sapan kuralların nasıl ayaküstü kararlaştırılıp kutsala bulanarak servis edildiğini ve elbette ki herkes için geçerli olmamasının ikiyüzlülüğü vurguluyor. İki ucu keskin kılıç olan bu düzenin, ne kadar güçlü olursa olsun kimsenin güvende, kimsenin güvenilir olmadığı, adalet aramanın manasız olduğu bir korku imparatorluğu yarattığını hissettiriyor.


Handmaid’s Tale’in tekinsiz dünyası, sinematografik olarak ta son derece başarılı. Damızlık kızların giymek zorunda oldukları özgün tasarımlı kırmızı üniformalar ve komutan eşlerinin mavi-yeşil tonlu muhafazakar giysileri ile her iki roldeki kadının da aslında özgür olmadığını, sıkıştırılmışlığını, tektipleştirildiğini vurgularken seçilen renklerin oluşturduğu kontrast yardımıyla nefes kesici görüntüler de yakalıyor. Kamera damızlık kızlara ya yüzlerinden okunan çaresizlik ve korkularını hissettirecek kadar yakından bakıyor ya da onları birbirlerinden ayırt etmenin imkansız olacağı kadar uzaktan. Sürekli olarak herkesin birbirine söylemek zorunda olduğu ‘under his eye’ deyimi de bu uzak ve yukardan yapılan çekimlerle sanki hayat buluyor ve böylelikle dizinin atmosferi çok daha rahatsız edici hale geliyor. Dizi bu korkunç atmosferi yerinde kullandığı enfes müziklerle süslemeyi de ihmal etmiyor. Tema müziği ile gerilimi tırmandırırken, final sahnesi gibi kimi sahneleri kullandığı şarkılarla adeta zihnimize kazıyor.

Oyunculuklara gelince, dizinin tüm yükü omuzlarında olan Elisabeth Moss’un bakışlarıyla bile içinde kopan fırtınaları hissettirdiği abartısız performansı kusursuz, aldığı tüm övgüleri ve Emmy adaylığını sonuna kadar hak ediyor. Komutanın karısı rolündeki Yvonne Strahovski ise karakterinin zalimliklerine rağmen çektiği acıyı çok iyi yansıtarak onunla aramızda bir bağ kurmayı başarıyor. Emmy ödüllerinde bu performansın görmezden gelinmiş olması(belki de başrol olarak düşünüldüğünden) şaşırtıcı. Oyuncu kadrosunun geri kalanı da Komutan Fred Waterford’u oynayan tecrübeli aktör Joseph Fiennes, evin şoförü Nick’i canlandıran Max Minghella, konuk oyuncu olarak damızlık kızlardan biri olan Offgren’e hayat veren Alexis Bledel ve tabii en iyi yardımcı kadın oyuncu Emmy adaylığı kazanan Ann Dowd(Aunt Lydia), Samira Wiley(Moira) son derece başarılı, aksayan tek bir performans yok.


Sonuç olarak zaten çok güçlü ve sıradışı bir öyküye sahip olan Handmaid’s Tale öyküsünü incelikle işleyip daha da etkileyici kılmak adına ne gerekirse yapıyor. Sinematografisinden senaryosuna, oyunculuklarından, müziklerine son zamanların en başarılı en etkileyici dizilerinden biri diyebiliriz rahatlıkla. Hem en iyi drama dizisi, hem de kadın oyuncu kategorilerinde rakipleri oldukça güçlü olsa da Handmaid’s Tale’in Emmy ödüllerini kucaklaması en büyük temennimiz, iyi seyirler….

Popüler

309
Yazılarımızdan haberdar olmak için abonemiz olun.