Güney Kore’nin yükselen sinemasının Snowpiercer, Memories of a Murder ve Host gibi filmleri ile en çok öne çıkan yönetmenlerinden biri olan Bong Joon-ho’nun yönettiği Parasite Cannes Film festivalinde Altın Palmiye’yi kazanmakla kalmadı, tüm dünyada hatırısayılır bir gişe de yaptı.
Filmde birisinin oturma odası bodrum seviyesinden sarhoşların durağı olan pis bir sokağa, diğerininki ise tertemiz, bakımlı bir bahçeye bakan iki ailenin kesişen yolları anlatılıyor. Dört kişilik Kim ailesi teker teker olmadıkları insanlar gibi davranarak zengin Park ailesinin yanında çalışmaya başlıyor. Onlara diplomaları, sosyal konumları, yaptıkları iş, yaşadıkları yer gibi konularda yalanlar söyleyerek, evin şöforü ve hizmetçisini işten attırarak eve yerleşiyorlar. Evlerinde dönen dolaplardan neredeyse tamamen habersiz olan Park ailesinin kibar ve steril duruşu, sanki hiçbir çaba göstermeden sahip oldukları büyük ve havadar ev, yaptıkları ilk bakışta küçük bencillikler, burun kıvırmalar ve haksızlıklar önce eski hayatlarına dönmek istemeyen Kim ailesince büyük bir minnetle gayet normal karşılanıyor. Ancak onların sahip olduklarının çok daha azı için yalan söylemek, yerlerde sürünmek, bodrum katında yaşamak zorunda olduklarını da biliyorlar bir yandan. İki aile arasındaki uçurumu anlatacak bir drama gibi başlayan film ilerledikçe gerilime, kimsenin tamamen masum veya tamamen haksız olmadığı bir kara filme dönüşüyor.

Film Kim’lerin karşısında zenginliği ve kapitalizmi temsil eden Park ailesini gayet ince ayrıntılandırıyor ve bize onlara Kim’lerin gözünden bakabilmek, kibar ama kibirli tavırlarını inceleyebilmek için epey süre tanıyor. Kibarlık diyor film zengin insanlara özgü bir lüks. Ancak nasıl Kim’leri fırsatçı, düzenbaz, kendinden alttakilere karşı acımasız olarak tanımlıyorsa, Park’ları da tamamen kötü olarak resmetmiyor. Şeytani zenginler tarafından ezilen zavallı fakirler değil izlediğimiz. Parasite seyirciye Kim’leri mağdur göstermektense mağdurları ezerken göstermeyi tercih ediyor. Sanki yaptıklarına bahane olmasın diye geçmişlerini, şanslarının ters gidip dibe vuruşlarını da pek detaylandırmıyor. Yani Bong Joon-ho filmin hiçbir bölümünde anlattığı hikayeyi klişeleştirmiyor veya kahramanlarını romantize etmemize izin vermiyor. İki aile karşılaştırıldıklarında tamamen iyi ve kötü olmadıkları gibi akıllı- aptal da, hatta tahsilli tahsilsiz de görünmüyorlar. Parazit bunların tümünü denklemden ustalıkla çıkarttığında geriye yaşam şartları ve sistem kalıyor. Böylece film seyirciye kaçacak hiçbir yer bırakmıyor. Anlıyoruz ki pekala da iki aile ekonomik olarak yer değiştirse tamamen birbirlerinin davrandığı gibi davranabilirler. İşte bu yüzden de aileleler üzerinden anlatılan hikaye toplumsal hale geliyor.

Filmin kırılma anlarından birisi olan üçüncü ailenin ortaya çıkışı ise filmi daha da fazla katmanlandırıyor. En üste çıkma veya üsttekinden maksimum faydalanmak için alttakiler kıyasıya bir mücadeleye girişiyor. Yaşam şartları ne kadar ağırsa, baskı ne kadar fazlaysa açığa çıkan öfke de o kadar kontrolsüz ve şiddetli oluyor ama gücü, asıl sorumluya, sisteme değil en kolay erişilebilene yetiyor. Yani filmin sonunda yaşanan trajedi haklı görülemez ama maalesef oldukça anlaşılır. Parasite’ın bana göre en önemli kusuru ise o noktada sonlanmamış olması. Çünkü sonraki son on dakikası dünyanın herşeye rağmen yine de döndüğünü, temelde hiçbir şeyin değişmediğini, hatta değişmesinin imkansız olduğunu vurgulama niyetinde olsa da bir önceki sahnenin çarpıcılığından yoksun ve ileri derecede açıklayıcı oluşu göze batıyor.

Filmin hafif bir aile draması gibi başlayıp, arasıra komedi sınırlarını zorlayan, ilerledikçe gerilime evrilen yapısı başka pek çok yönetmenin elinde bir bataklığa dönüşebilecekken Bong Joon-ho ne yaptığını gayet iyi biliyor. Türler arasındaki geçişleri seyirciye hiç hissettirmeyen yönetmene ve filmin iki saati aşan süresine rağmen filmden kopmanıza asla izin vermeyen kurgusuna şapka çıkartmamak imkansız. Parasite’ın mekan ve sahne tasarımları, yönetmenin özenle tasarlanmış olan bu mekanları ustalıkla kullanan sürükleyici kamerası, üç ailenin yaşadıkları mekanlar arasındaki farklılıkları kullanma şekli müthiş. Yağmurda koşma, sel baskını, tuvalet ve bodruma iniş(hepsi) sahneleri filmin pek çok etkileyici sahnesi arasında en fazla öne çıkanlar. Yapısal olarak çok iyi kurgulanmış olan, gayet ince göndermeler içeren senaryonun özellikle mors alfabesi, tüberküloz şüphesi gibi mantık sınırını biraz zorlayan abartılı olduğu kısımlar da var ancak film gitgide tırmanan temposuyla bunlara takılmanıza pek izin vermiyor doğrusu. Bong Joon-ho oyuncularından da maksimum verimi alıyor. Kanımca aksıyan tek bir performans yok. Parasite’ın meramını anlatmak adına kullandığı metaforlara gelince(özellikle sınıf kokusunun)biraz fazla göz önünde oldukları söylenebilir elbet ama bu gayet iyi çalıştıkları ve hikayenin bütünlüğüne katkı sağladıkları gerçeğini değiştirmiyor.

Sonuç olarak Parasite, paranın belirlediği rolleri, insanı sömüren ve merhametsizleştiren sistemi, sosyal adaletsizlikten kaynaklanan öfkeyi, konu yaşam mücadelesi olduğunda herkesin herkesin üzerine basabileceğini çok doğru noktalardan bakarak, kimsenin kendini kolayca sıyıramayacağı bir netlikle anlatıyor. Dünya genelinde ilgi gören, yabancı dilde Oscar adaylığının yanında aynı Roma gibi en iyi film kategorisinde yer alma şansının da olduğu konuşulan film, bunu başarabilir mi bilemiyorum ama son yılların en iyi filmlerinden biri olarak anılmayı hakediyor.
Joker ve Parasite
Son zamanda dünya genelinde sanırım en çok konuşulan iki film, Parasite ve Joker. İki filimin özellikle verdikleri mesaj anlamında benzerlikleri de tartışılan konular arasında yer alıyor. Hatta Parasite’ı Joker’in olmak istediği film olarak tanımlayanlar bile oldu ki aslında Joker’in en azından sosyal adaletsizliğe yaklaşımının ve toplumsal mesajının tam hedefi bulamaması burada asıl altı çizilen nokta.

İki film birbirlerinden çok farklı olsalar da hikayelerini toplumun alt kesiminden seçtikleri kahramanları ve sosyal adaletsizlik üzerinden kurup ezilen sınıfın öfkesini irdeliyor olmaları nedeniyle aslında bir anlamda ortak paydada birleşiyorlar. Her iki film de bir gün ezilen sınıfın öfkesi sizi vurur diyor ve bunu yaparken ezilen sınıfı tamamen de masum göstermemeleri konusunda da benzeşiyorlar. Her iki filmde de o öfke aniden geliyor. Sanki o güne kadar içlerinde tuttukları herşey bir anda tek, aslında belki tam da hedefi olmayan birine/birilerine yönleniyor. Arthur Fleck’in (Joker) farkı psikolojik sorunları olan bir karakter olması. Bu önemli, çünkü kanımca Joker’in hikayesini temelden sarsıyor ve sosyal adaletsizliği işaret edişinin etkisini azaltıyor. Oysa bireyden topluma yapılan gönderme Joker’de olduğu gibi, sokaklara dökülen, yakan yıkan bir güruh olmamasına rağmen Parasite’da çok daha iyi çalışıyor. Joker’in geçmişini pek çok klişe kötü şansı ardarda ekleyip bize ayrıntılarıyla anlatılırken sanki onun başına gelen olayları en azından bir yere kadar bahane olarak kullanıyor. Parasite ise klişeden uzak hikayesini ve Kim ailesinin mağduriyetini sadece para üzerinden kuruyor. Geçmişlerinin ve kişiliklerinin altını özellikle çizmiyor. Üstelik bireysel bir hikaye olduğu düşünüldüğünde Joker’in karşısındaki düşman da belli belirsiz. Bunu kapatmak adına film Thomas Wayne’i televizyondan yaptığı konuşma ve tuvalette geçen Joker ile karşılaştığı iki kısa sahne ile neredeyse karikatüre ederek şeytanlaştırıyor. Tabii burada Joker’in aslında bir çizgi roman uyarlaması olduğunu düşünebilirsiniz ama kabul edelim film kendini epey ciddiye alıyor. Yani filmin iddiası ayakları yere basan bir hikaye anlatmak olunca ve Altın Aslan kazandığı düşünüldüğünde bu argüman anlamını yitiriyor. Parasite ise bize iyi ve kötü yanlarıyla Park ailesini gayet iyi tanımlıyor ve onları şeytanlaştırmaktan özellikle kaçınıyor. Üstelik Park’ların yaptığının daha fazlasını Kim ailesi büyük bir acımasızlıkla başka bir aileye yapabiliyor. Ama bu durumun kişisel bir tarafı da yok. Joker’in kendisine silah veren arkadaşından intikam almasından çok farklı bir mesaj içeriyor ve netlikle yaşam zincirinin en altında olanı ezen, ezemezse ezdiren sistemi taşlıyor. Ancak bir çözüm de önermiyor aksine o ani öfkelerin patlayıp patlayıp söneceğini, bazı kayıplara sebep olsalar da topluma mal olmayacaklarını ve herşeyin eskisi gibi olacağını, hatta toplumun her kesiminin yani kısaca insan doğasının bu sistemi tepede olduğu veya tepeye çıkma şansı olduğu sürece sürdürmek için ne gerekiyorsa yapacağını söylüyor. Joker ise maalesef toplumsal mesajını bir intikam öyküsü olarak kodladığından ve karakterin bundan sonraki seyrini az-çok bildiğimizden bu tür okumalara yönlenmek zorlaşıyor. Yani Joker’in kimliği ve hikayeyi ele alış şekli tabii eğer böyle bir niyeti varsa filmin mesajına zarar veriyor demek sanırım yanlış olmaz.
.