Netflix’in ekim sonunda yayınladığı dizi Walter Tevis’in 1983 yılında yayınlanan aynı adlı romanından uyarlanmış. Logan ile hatırlayabileceğiniz Oscar adaylığı da bulunan Scott Frank tarafından yazılıp yönetilen The Queen’s Gambit daha önce pek çok kez uyarlanmaya çalışılmış, hatta yönetmen olarak Heath Ledger’ın adı geçmiş ancak yıldızın ölümünün ardından proje rafa kaldırılmış. Başrolünde Anya Taylor-Joy’un yer aldığı dizi 60’lı yılların Amerikasında satranç dehası Beth Hormon’un hayatına odaklanıyor.
Beth küçük yaşta annesini kaybedince bir yetimhanede yaşamaya başlıyor ve burada temizlik görevlisi olarak çalışan Mr. Shaibel(Bill Camp) sayesinde satranç ile tanışıyor. Yalnızlığını satranca karşı hissettiği tutku ile kapatmaya çalışan, daha o yaşta yetiştirme yurdunda uyuşturucu ile tanışan Beth nihayet evlat edinildiğinde de nihayet kendine ait bir odası olsa da ne yazık ki normal bir aile ortamına kavuşamıyor ama satranca olan tutkusu ve hırsı sayesinde hayata tutunmayı başarıyor.

İlk bakışta The Queen’s Gambit hem bir büyüme hem de bir başarı öyküsü anlatmaya soyunuyor. Ancak dizi büyüme öyküsü için yeterli karakter gelişimine, başarı öyküsü için ise yeterli engebeye sahip değil kanımca. Başarı öyküsünden başlarsak mesela dizi Beth’in rakiplerini pek detaylandırmıyor, en büyük rakibi Rus dahi Borgov’u bile birkaç klişe hamleyle bizim için itici hale getirmekle yetiniyor, gerçek bir tehdit unsuru olmasına ise izin vermiyor. Her maça çıktığında Beth’in rakibini yeneceğinden emin gibiyiz, aldığı uyuşturucular, alkol yüzünden dibe vuruyor gibi görünse de neredeyse hiçbir şey onun başarısız olmasını sağlamıyor, yoluna ciddi bir engel çıkmıyor, inatla uyum göstermediği zamane kuralları yüzünden herhangi bir kayba da uğramıyor. Bu anlamda dizi Beth’i yetenekli, akıllı ve yalnız bir karakterden ziyade en azından satranç oynarken adeta bir süperkahraman yerine koyuyor. Doğrusu 60’lı yıllarda hazır ev, aile yaşamının kadınlara dikte edildiğine de değinen, kadınların daha önce pek varlık göstermediği bir alanda çarpışan kahramanın öyküsünde insan çok daha derin ve altı çizilen çatışmalardan beslenen bir feminist dokunuş görmek istiyor.

Beth’in soğuk tavırlarından, alkole uyuşturucuya düşkünlüğünden ve annesiyle olan kırık anılarından onun asıl mücadele ettiği şeyin kendisi olduğu sonucuna varılabilir. İşte büyüme öyküsü de tam o noktada şahlanabilecekken ne yazık ki dizi yedi, on beş veya 20 yaşında yani dizinin açılışından en son sahnesine kadar hep aynı Beth’i anlatıyor. Beth her yaşında kişilik bozukluğunun sınırında, asi, insanlar karşı temkinli, duygusal anlamda oldukça künt ve aşırı hırslı bir karakter. Bu nedenle Queen’s Gambit büyüme öyküsü olarak adlandırmak ta zor. Çevresinde onu destekleyen insanların çoğu onun zekasına ve yeteneğine hayran oldukları için yanındalar ama onu sevmeye çalıştıklarında onları bir şekilde kendinden uzaklaştırmayı, araya bir duvar çekmeyi başarıyor. Çünkü hayatına giren insanlara duygusal anlamda verebileceği şeyler oldukça kısıtlı. Belki bir tek üvey annesi olan ilişkisinde biraz aşama kaydedip ona bağlanıyor. Kocası tarafından yok sayılan Alma (Marielle Heller) zamanın öve öve bitirilemeyen Amerikan banliyö yaşamının kadınlar için oluşturduğu açmazda son derece mutsuz bir karakter. Beth ve Alma mutsuzluklarını ve yalnızlıklarını paylaşıyor. Aralarındaki ilişki dizinin duygusal manada en derin kısmı hiç kuşkusuz. Alma Beth’in satranç üzerine kurulu dünyasına hiç müdahale etmeden, kararlarına saygı duyarak onu desteklemenin hatta bu şekilde kendi hayatına da bir anlam katmanın yolunu buluyor. Onu bir evlattan ziyade bir arkadaş yerine koyuyor, sınırlarını zorlamıyor zaten Beth’in kimsenin bu sınırlara girmesine izin vermeye de niyeti yok.

Anna Taylor-Joy Beth’in bu soğuk kabuğunu, keskin zekasını, zaman zaman acımasızlığını ve hırsını büyük bir başarıyla ekrana yansıtıyor. Aynı şeyi Beth’in çocukluk yıllarına hayat veren Isla Johnson için de söylemek mümkün. Yardımcı oyuncu kadrosu da genel olarak iyi ancak aralarında Alma karakterine hayat veren Marielle Heller’ın performansı öne çıkıyor.
Dizi dramatik olarak büyük çatışmalar içermese de 60’ların Amerika, Paris ve Moskova’sının atmosferi sinematografik olarak ekrana kusursuz yansıyor. Zamanın müzikleriyle desteklenen sinematografisi ve yetkin kamerası Queen’s Gambit’in en fazla öne çıkan artısı. Dizinin kurgusu da genel olarak akıcı bulundu ancak tabii bunu bir hayli fazla sayıda tekrarlanan satranç karşılaşmaları olan bir dizinin standartlarına göre akıcı şeklinde değerlendirmeliyiz belki. Çünkü dizinin bu karşılaşmalar nedeniyle ve karakterin davranış kalıplarının da değişmemesi nedeniyle pek çok kez tekrara düştüğü de bir gerçek. Satranç karşılaşmalarının her seferinde farklı bir maharetle çekilmiş olması, tavandaki satranç tahtası buluşu, Anna Taylor-Joy’un iyi oyunculuğu ve kusursuz yüz hatları ne yazık ki bu gerçeği değiştiremiyor. Queen’s Gambit hikayesini rahatlıkla dört bölümde toplayabileceğini düşünmek mümkün.

Sonuç olarak The Queen’s Gambit dönemin ruhunu kusursuz yakalayan sinematografisi, müzikleri, kostüm tasarımları, çekici başkarakteri ve sıkıcı olabilecek satranç sahnelerine dinamik yaklaşımı sayesinde satranç bilmeyenlerin bile cezbedebilecek bir dizi ancak insan bu sağlam temeller üzerinde yükselirken keşke daha sahici olabilse, daha çok suya sabuna dokunabilse, daha gerçek çatışmalar kurabilse diye düşünmeden de edemiyor.